Ilayda
New member
Osmanlı’da Aşkın Dili: “Hatunum”, “Beyim” ve Bir Hikâyenin Kalbi
Selam dostlar, geçenlerde eski bir mektup koleksiyonuna rastladım. İçinde Osmanlı döneminden kalma, sararmış kâğıtlarda öyle ifadeler vardı ki, bugünün “aşk mesajları” yanında sanki birer şiir gibiydi. O mektuplar bana şunu düşündürdü: Osmanlı zamanında eşler birbirine nasıl hitap ederdi? “Sevgilim” yerine “hatunum”, “can yoldaşım” yerine “efendim” diyen o insanlar, acaba nasıl bir sevgi dili kuruyordu?
İşte bu merakla size küçük bir hikâye anlatmak istiyorum — bir zamanlar İstanbul’da yaşayan iki insanın, Kelime ile Kalem’in hikâyesini.
---
1. Bölüm: Haliç’in Kıyısında Bir Sabah
Yıl 1732… İstanbul sabahını yine martı sesleri ve kahve kokusu dolduruyordu. Haliç’in kenarındaki ahşap bir evde, Hümeyra hanım sabah dualarını etmiş, pencereden dışarıya bakarken bir ses duymuştu:
“Hatunum, kahve suyunu taşırma, dün yine köpüksüz olmuştu!”
Bu sesi duyan Hümeyra gülümsedi. Kocası Selman Efendi, sabahları kahvesini mutlaka kendi usulüne göre isterdi; ne fazla sıcak, ne de eksik köpüklü. Hümeyra içinden, ‘Beyim, her şeyin bir düzeni olmalı der, ama gönül meselelerinde nedense hep hesap dışı kalır,’ diye geçirdi.
Onların evinde sevgi, sözle değil hâl ile yaşanırdı. “Hatun” kelimesi sadece bir hitap değil, bir saygı, bir kabul işaretiydi. Aynı şekilde Hümeyra’nın ağzından çıkan “Beyim” sözü, bir sevgiliden çok bir yoldaşa söylenirdi. Osmanlı’da eşlerin birbirine hitabı, duygudan ziyade vakar taşırdı; ama o vakar, içindeki sıcaklığı hiç kaybetmezdi.
---
2. Bölüm: Kelimelerin Ardındaki Strateji
Selman Efendi, mahallede saygı duyulan bir kâtipti. Yazı işlerinde, mahkeme kayıtlarında çalışırdı. Hayatı kural, ölçü ve denge üzerine kuruluydu. Bir sorun olduğunda düşünür, planlar, çözüm bulurdu.
Bir gün, mahalledeki kuyudan su çekme sırası yüzünden komşular tartışmış, evde huzursuzluk başlamıştı.
Hümeyra, kadınların arasında ortamı yumuşatmaya çalışırken, Selman daha stratejik bir yol izledi:
“Hatunum,” dedi o sakin sesiyle, “Söz kavga ile değil, adaletle tartılır. Ben muhtar efendiye gideyim, bir liste tutalım. Herkesin günü belli olsun.”
Hümeyra gözlerini devirdi ama gülümsedi:
“Beyim, bazen bir tatlı söz, on kağıttan kıymetlidir.”
Bu küçük diyalog, onların karakter farkını özetliyordu. Selman akılla, planla yaklaşırken; Hümeyra duygularla, empatiyle çözüme giderdi. Osmanlı’da kadınların bu “ilişkisel bilgelik” hâli, toplumsal huzurun görünmeyen direği gibiydi. Erkekler adaletle, kadınlar merhametle denge kurardı.
---
3. Bölüm: Bir Mektubun Kalbinde Saklı Kelimeler
Bir akşam, Selman uzun bir yolculuğa çıkmak zorunda kaldı. Üsküdar’a bir dava için gidecek, birkaç gün evden uzak kalacaktı. Hümeyra ona bir bohça hazırlarken gözleri doldu.
“Beyim, yol uzun, gönül dar. Kendini koru, rüzgârı dinle,” dedi.
Selman, karısına dönüp kısaca başını eğdi. Osmanlı’da duygular genelde gözlerle anlatılırdı. Bir tebessüm, bir selam, bir dua — her biri sevgiyi taşırdı.
Ertesi gün Hümeyra, evde yalnız kalınca eline kalem aldı. O da bir mektup yazmak istedi:
> “Efendim, siz gideli üç sabah oldu. Ev sessiz. Kahvenin kokusu eksik. Lakin her nefeste adınızı anıyorum. Rabbim sizi muhafaza eylesin. Hatununuz, Hümeyra.”
O mektuptaki “Efendim” kelimesi, bugünün “aşkım”ından çok daha derin bir anlam taşıyordu. Çünkü o kelimenin içinde hem sevgi hem de teslimiyet vardı. Osmanlı insanı için eşine “efendim” demek, sevgisini alçaltarak değil, yücelterek anlatmaktı.
---
4. Bölüm: Kadının Sözünde Duygu, Erkeğin Tavrında Denge
Selman Efendi mektubu aldığında bir an durdu. Gözlerini kapatıp karısının sesini duyar gibi oldu. Cevabında fazla kelime yoktu ama cümleler dengeliydi:
> “Hatunum, her şey Rabb’in takdirindedir. Lakin bil ki yokluğun evin sessizliğinden bellidir. Dönünce bir kahve içelim; köpüğüyle değil, muhabbetiyle...”
O mektuplar, iki insanın arasındaki farkın nasıl bir tamamlayıcılığa dönüştüğünü gösteriyordu. Erkek aklıyla, kadın kalbiyle konuşuyordu; biri taş, diğeri su gibiydi.
Forumlarda sıkça tartışırız ya; “Osmanlı’da aşk nasıldı?” diye. İşte o aşk, kelimelerle değil, dengeyle yaşanırdı. Kadınlar sevdiğini ilmek ilmek sabırla örerdi; erkekler o sabra saygı duyar, sessizce ona yaslanırdı.
---
5. Bölüm: Halk Arasında Hitaplar ve Aşkın Sosyal Dili
Elbette herkesin dili Hümeyra ile Selman kadar zarif değildi. Halk arasında da çeşit çeşit hitap biçimleri vardı:
- Kadınlar kocalarına “Efendim”, “Beyim”, “Ağam”, “Kocacığım” gibi sözlerle seslenirdi.
- Erkekler ise “Hatun”, “Hanım”, “Yarenim”, bazen de “Evdeşim” derdi.
Bu ifadeler sadece sevgi değil, toplumsal hiyerarşiyi de yansıtırdı. “Ağam” veya “Efendim” demek bir saygı göstergesiydi; ama aynı zamanda aile içindeki karşılıklı sorumluluk bilincini de taşırdı.
Bir kadının “beyim” demesi, teslimiyet değil, güven anlamına gelirdi. O güven, yüzyıllar boyunca ailelerin harcını oluşturdu.
---
6. Bölüm: Zamanın Ötesinde Bir Aşk Dili
Yıllar geçti, mektuplar sarardı, evler yıkıldı. Ama o kelimeler—“hatunum”, “efendim”, “beyim”—hala kulaklarda bir sıcaklık bırakır. Çünkü her biri, bir dönemin duygusal zarafetini taşır.
Bugün “canım”, “hayatım” diyoruz ama o dönemin insanı, sevgisini daha ağır bir sessizlikle dile getiriyordu. Aşk gösterilmezdi; yaşanırdı. Erkekler çözüm odaklıydı, kadınlar duygularla dokunurdu. İki yaklaşım birleştiğinde ise, bir medeniyetin en derin insanî sesi ortaya çıkardı.
---
Son Söz: Kelimeler Değil, Niyetler Konuşurdu
Osmanlı’da eşler birbirine hitap ederken sadece isim söylemezdi; bir anlam, bir duygu aktarırdı.
“Hatunum” derken bir sığınma, “Efendim” derken bir saygı, “Beyim” derken bir güven gizliydi.
Hümeyra ile Selman’ın hikâyesi, o çağın sessiz ama derin aşklarının bir yansımasıydı. Onların dili bugünün hızına sığmazdı; çünkü o dilde her kelime bir dua, her cümle bir niyet taşırdı.
Ve belki de bu yüzden, o mektuplar hâlâ okunduğunda insanın içinde bir şey kıpırdar — çünkü o kelimeler, sadece geçmişin değil, insan ruhunun zamansız sesidir.
Selam dostlar, geçenlerde eski bir mektup koleksiyonuna rastladım. İçinde Osmanlı döneminden kalma, sararmış kâğıtlarda öyle ifadeler vardı ki, bugünün “aşk mesajları” yanında sanki birer şiir gibiydi. O mektuplar bana şunu düşündürdü: Osmanlı zamanında eşler birbirine nasıl hitap ederdi? “Sevgilim” yerine “hatunum”, “can yoldaşım” yerine “efendim” diyen o insanlar, acaba nasıl bir sevgi dili kuruyordu?
İşte bu merakla size küçük bir hikâye anlatmak istiyorum — bir zamanlar İstanbul’da yaşayan iki insanın, Kelime ile Kalem’in hikâyesini.
---
1. Bölüm: Haliç’in Kıyısında Bir Sabah
Yıl 1732… İstanbul sabahını yine martı sesleri ve kahve kokusu dolduruyordu. Haliç’in kenarındaki ahşap bir evde, Hümeyra hanım sabah dualarını etmiş, pencereden dışarıya bakarken bir ses duymuştu:
“Hatunum, kahve suyunu taşırma, dün yine köpüksüz olmuştu!”
Bu sesi duyan Hümeyra gülümsedi. Kocası Selman Efendi, sabahları kahvesini mutlaka kendi usulüne göre isterdi; ne fazla sıcak, ne de eksik köpüklü. Hümeyra içinden, ‘Beyim, her şeyin bir düzeni olmalı der, ama gönül meselelerinde nedense hep hesap dışı kalır,’ diye geçirdi.
Onların evinde sevgi, sözle değil hâl ile yaşanırdı. “Hatun” kelimesi sadece bir hitap değil, bir saygı, bir kabul işaretiydi. Aynı şekilde Hümeyra’nın ağzından çıkan “Beyim” sözü, bir sevgiliden çok bir yoldaşa söylenirdi. Osmanlı’da eşlerin birbirine hitabı, duygudan ziyade vakar taşırdı; ama o vakar, içindeki sıcaklığı hiç kaybetmezdi.
---
2. Bölüm: Kelimelerin Ardındaki Strateji
Selman Efendi, mahallede saygı duyulan bir kâtipti. Yazı işlerinde, mahkeme kayıtlarında çalışırdı. Hayatı kural, ölçü ve denge üzerine kuruluydu. Bir sorun olduğunda düşünür, planlar, çözüm bulurdu.
Bir gün, mahalledeki kuyudan su çekme sırası yüzünden komşular tartışmış, evde huzursuzluk başlamıştı.
Hümeyra, kadınların arasında ortamı yumuşatmaya çalışırken, Selman daha stratejik bir yol izledi:
“Hatunum,” dedi o sakin sesiyle, “Söz kavga ile değil, adaletle tartılır. Ben muhtar efendiye gideyim, bir liste tutalım. Herkesin günü belli olsun.”
Hümeyra gözlerini devirdi ama gülümsedi:
“Beyim, bazen bir tatlı söz, on kağıttan kıymetlidir.”
Bu küçük diyalog, onların karakter farkını özetliyordu. Selman akılla, planla yaklaşırken; Hümeyra duygularla, empatiyle çözüme giderdi. Osmanlı’da kadınların bu “ilişkisel bilgelik” hâli, toplumsal huzurun görünmeyen direği gibiydi. Erkekler adaletle, kadınlar merhametle denge kurardı.
---
3. Bölüm: Bir Mektubun Kalbinde Saklı Kelimeler
Bir akşam, Selman uzun bir yolculuğa çıkmak zorunda kaldı. Üsküdar’a bir dava için gidecek, birkaç gün evden uzak kalacaktı. Hümeyra ona bir bohça hazırlarken gözleri doldu.
“Beyim, yol uzun, gönül dar. Kendini koru, rüzgârı dinle,” dedi.
Selman, karısına dönüp kısaca başını eğdi. Osmanlı’da duygular genelde gözlerle anlatılırdı. Bir tebessüm, bir selam, bir dua — her biri sevgiyi taşırdı.
Ertesi gün Hümeyra, evde yalnız kalınca eline kalem aldı. O da bir mektup yazmak istedi:
> “Efendim, siz gideli üç sabah oldu. Ev sessiz. Kahvenin kokusu eksik. Lakin her nefeste adınızı anıyorum. Rabbim sizi muhafaza eylesin. Hatununuz, Hümeyra.”
O mektuptaki “Efendim” kelimesi, bugünün “aşkım”ından çok daha derin bir anlam taşıyordu. Çünkü o kelimenin içinde hem sevgi hem de teslimiyet vardı. Osmanlı insanı için eşine “efendim” demek, sevgisini alçaltarak değil, yücelterek anlatmaktı.
---
4. Bölüm: Kadının Sözünde Duygu, Erkeğin Tavrında Denge
Selman Efendi mektubu aldığında bir an durdu. Gözlerini kapatıp karısının sesini duyar gibi oldu. Cevabında fazla kelime yoktu ama cümleler dengeliydi:
> “Hatunum, her şey Rabb’in takdirindedir. Lakin bil ki yokluğun evin sessizliğinden bellidir. Dönünce bir kahve içelim; köpüğüyle değil, muhabbetiyle...”
O mektuplar, iki insanın arasındaki farkın nasıl bir tamamlayıcılığa dönüştüğünü gösteriyordu. Erkek aklıyla, kadın kalbiyle konuşuyordu; biri taş, diğeri su gibiydi.
Forumlarda sıkça tartışırız ya; “Osmanlı’da aşk nasıldı?” diye. İşte o aşk, kelimelerle değil, dengeyle yaşanırdı. Kadınlar sevdiğini ilmek ilmek sabırla örerdi; erkekler o sabra saygı duyar, sessizce ona yaslanırdı.
---
5. Bölüm: Halk Arasında Hitaplar ve Aşkın Sosyal Dili
Elbette herkesin dili Hümeyra ile Selman kadar zarif değildi. Halk arasında da çeşit çeşit hitap biçimleri vardı:
- Kadınlar kocalarına “Efendim”, “Beyim”, “Ağam”, “Kocacığım” gibi sözlerle seslenirdi.
- Erkekler ise “Hatun”, “Hanım”, “Yarenim”, bazen de “Evdeşim” derdi.
Bu ifadeler sadece sevgi değil, toplumsal hiyerarşiyi de yansıtırdı. “Ağam” veya “Efendim” demek bir saygı göstergesiydi; ama aynı zamanda aile içindeki karşılıklı sorumluluk bilincini de taşırdı.
Bir kadının “beyim” demesi, teslimiyet değil, güven anlamına gelirdi. O güven, yüzyıllar boyunca ailelerin harcını oluşturdu.
---
6. Bölüm: Zamanın Ötesinde Bir Aşk Dili
Yıllar geçti, mektuplar sarardı, evler yıkıldı. Ama o kelimeler—“hatunum”, “efendim”, “beyim”—hala kulaklarda bir sıcaklık bırakır. Çünkü her biri, bir dönemin duygusal zarafetini taşır.
Bugün “canım”, “hayatım” diyoruz ama o dönemin insanı, sevgisini daha ağır bir sessizlikle dile getiriyordu. Aşk gösterilmezdi; yaşanırdı. Erkekler çözüm odaklıydı, kadınlar duygularla dokunurdu. İki yaklaşım birleştiğinde ise, bir medeniyetin en derin insanî sesi ortaya çıkardı.
---
Son Söz: Kelimeler Değil, Niyetler Konuşurdu
Osmanlı’da eşler birbirine hitap ederken sadece isim söylemezdi; bir anlam, bir duygu aktarırdı.
“Hatunum” derken bir sığınma, “Efendim” derken bir saygı, “Beyim” derken bir güven gizliydi.
Hümeyra ile Selman’ın hikâyesi, o çağın sessiz ama derin aşklarının bir yansımasıydı. Onların dili bugünün hızına sığmazdı; çünkü o dilde her kelime bir dua, her cümle bir niyet taşırdı.
Ve belki de bu yüzden, o mektuplar hâlâ okunduğunda insanın içinde bir şey kıpırdar — çünkü o kelimeler, sadece geçmişin değil, insan ruhunun zamansız sesidir.